PSİKANALİZDE EŞCİNSELLİK

PSİKANALİZDE EŞCİNSELLİK[1]

 

Eşcinselliğin geleneksel olarak bir hastalık olarak kodlandığı ve eşcinsellere yönelik ayrımcılığın merkezinde bu hastalık kodlaması yer aldığı için, ruh sağlığı disiplinlerinin eşcinselliği nasıl ele aldıklarını gözden geçirmek özellikle ilginç bir konudur. Çünkü bu hastalık kodlamasını pekiştiren, ona en fazla malzemeyi taşıyan ruh sağlığı disiplinleri olmuştur. Psikiyatri ile birlikte psikanaliz, bu konuda mümtaz bir yere sahiptir. Bu sunumda kısaca psikanalizin eşcinsellikle hem teorik hem de kurumsal olarak nasıl bir macerası olduğunu, olabildiğince teknik bir dilden kaçınmaya çalışarak, ele almak istiyorum.

Psikanaliz, bildiğiniz gibi 18. Yüzyıl sonunda kurucusu Freud’la başlayarak ve zaman içinde birçok alt-akıma bölünerek gelişen insanın ruhsal/zihinsel yapısına ve bu yapının oluşum ve işleyiş mekanizmalarına dair oldukça kapsamlı bir teoridir. Öncelikle klinik bir teoridir, ama kliniğin ötesinde toplumsal/kültürel çalışmalara dek uzanan yansımaları mevcuttur. Psikanaliz, modern dünyayı en çok etkilemiş/şekillendirmiş teorilerden biridir ve her zaman özellikle klinik alanda kapsamlı bir uygulama (psikoterapi) ekseniyle birlikte varolmuştur.

Amerikan Psikanaliz Birliği’nin eşcinsellere yönelik ayrımcılığa son vermesi 1991 yılında gerçekleşmiştir. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin aynı yöndeki kararından tam 18 yıl sonra. Psikanalizin eşcinsellik konusunda psikiyatriye göre daha muhafazakâr ve dirençli olduğu söylenebilir.

Aslında psikanalizin bir kurum olarak tarihine bakarsak eşcinsellerin psikanalist olamayacaklarına dair bir yazılı kural hiçbir zaman olmamıştır. Ama psikanaliz, tarihsel gelişimi içinde eşcinselliği bir psikopatolojik sapkınlık olarak tanımlayarak ve bu tavrını onyıllarca sürdürerek, eşcinsellere yönelik çok-katmanlı bir ayrımcılığın hem teorisyenliğini hem de pratisyenliğini yapmıştır. Eşcinsellik, bir psikopatolojik sapkınlık, yani bir hastalık, olarak teorize edilince, çeşitli ruhsal ızdıraplarına derman bulmak ya da en genel anlamda kendilerini daha iyi tanımak/geliştirmek için bir klinik faaliyet olarak psikanalize ya da psikanalitik terapiye gelen danışanları eşcinselliklerinden kurtararak onları düzeltmek/tamir etmek meşru ve hatta gerekli bir klinik amaç olabilmiştir. Ve tabii ek olarak, eğer eşcinsellik psikopatolojik bir sapkınlıksa, o zaman eşcinsellerin psikanalist olmasının fiilen engellenmesi gerekli görülmüştür. Eşcinsel biri, başka bakımlardan her ne kadar uygun olursa olsun, sadece eşcinsel olması, ciddi bir psikopatoloji nişanesi sayıldığından 1991 yılına kadar açıkça eşcinsel olanların psikanaliz camiasına girmelerine izin verilmemiştir.

1991’deki bu değişikliğe muhalefet edenler, eşcinselliği bir psikopatolojik sapkınlık olarak görmekten vazgeçmenin yeni bilimsel kanıtlara dayanmadığını, politik baskılardan kaynaklandığını iddia etmişlerdir (Bayer, 1987; Socarides, 1992, 1995). Bu iddianın politik baskı kısmı doğrudur; 1968 isyanının çocuklarından olan eşcinsel hakları hareketinin politik eylemliliğinin psikiyatri ve psikanaliz kurumlarının tavır değiştirmelerindeki tayin edici etkisi inkâr edilemez. Ancak şu iki noktayı da eklemek gerekir: 1) Psikanaliz içinde eşcinsellere yönelik ayrımcılık zaten hiçbir zaman geçerli bilimsel kanıtlara dayanmıyordu (Lewes, 1988) ve 2) üstelik, tersi yönde bazı kanıtlar uzun bir süredir mevcuttu (Hooker, 1957, 1965; Green, 1972).

Psikanalizdeki eşcinsellere yönelik muhafazakâr ayrımcılığın en başından beri aynı biçimde varolduğunu söyleyemeyiz. Psikanalizin kurucusu Freud’un, genel olarak cinsellik konusunda birbiriyle çelişen ikili bir konum aldığı belirtilmelidir. Freud bir yandan, cinselliği, cinsel dürtü ve arzuları, cinsel zevki, bebeklikten başlatarak ve teorisinin merkezine yerleştirerek, cinsel özgürlük konusunda radikal bir dönüşüme katkıda bulunarak, döneminin geleneksel cinsellik anlayışını yerle bir etmiştir. Ama öte yandan, üremeyi cinselliğin doğru amacı olarak gören Darvin biyolojizmine dayanmıştır. Doğru amaç üremeyse, heteroseksüellik biyolojik tabandır, aslolandır; eşcinsellik ise doğa karşıtıdır (Dean ve Lane, 2001). Cinsellik, bireysel zevk için midir, türün devamı için mi? Freud, bu iki konumu uzlaştıran bir çaba içinde olmamıştır (Reisner, 2001). Cinsel özgürlük savunucusu Freud, çok-biçimli (polymorphous) cinsel fantazi ve arzuların her zaman ve herkeste mevcut olduğunu vurgulayıp, hepimizin en azından potansiyel olarak biseksüel ve bir miktar sapkın olduğumuzu ve normal ile patolojik arasında keskin bir sınır çizmenin zorluğunu belirtmiştir (Freud, 1905). Evrimci biyolog Freud ise, bütün cinselliğin nihai amacını, heteroseksüel cinsel ilişki yoluyla üreme olarak tanımlamıştır (Freud, 1917).

Freud’un eşcinsellik üzerine ikircikli tavrı konu üzerine ölümünden birkaç yıl önce yazdığı son düşüncelerinde de devam etmektedir: ‘Eşcinselliğin bir avantaj olmadığı kesindir, ama utanılacak, aşağılanmayı gerektirek bir şey de değildir, bir hastalık olarak sınıflandırılamaz; eşcinselliği, cinsel gelişimde belli bir tutulmanın ürettiği cinsel işlevlerin bir çeşidi olarak düşünüyoruz’ (Freud, 1935).

Oysa Darvinci biyolojizmi, dolayısıyla üreme-merkezli cinselliği bir kenara bıraktığımızda ve psikopatolojik sapkınlığı, bütünsel nesnelerle (psikanaliz dilinde ‘nesne’ = öteki) duygusal yakınlık, kalıcı bağ içeren ilişkiler kurma zorluğu olarak tanımladığımızda, eşcinselliği psikopatolojik bir sapkınlık olarak göremeyiz (Roughton, 2002).

Freud sonrası psikanaliz, Freud’dan çok Freudçudur ve çok daha muhafazakardır. Örneğin Rado (1949), Freud’un evrensel biseksüellik yaklaşımını reddederek, eşcinselliği karşı-cinsten aciz bırakıcı bir korku duyulması temelinde açıklamıştır. Bieber (1962), bütün psikanalitik teorilerin yetişkin eşcinselliğini psikopatolojik olarak gördüğünü yazmıştır. Socarides’e (1968) göre ise, eşcinseller, erken çocukluk çağının simbiyotik ve ayrılma-bireyselleşme gelişim dönemlerini başarıyla geçememiş ve dolayısıyla ciddi benlik eksiklikleri olan kişilerdir. Kolb ve Johnson (1955), hasta öztahripkar eçcinsel davranışlarından vazgeçene ve bununla birlikte gelebilecek kaygı ve öfkeyle yüzleşene kadar tedaviye devam edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Kardiner (1978), suç oranları, ırkçılık ve eşcinsellikteki artışın, toplumsal yıkımı gösteren kanıtlar olduğunu ve eşcinsel hareketin yıkıcı bir güç olduğunu iddia etmiştir. Hendin (1978) ve Socarides (1995) eşcinselliğin toplumsal değerlere ve toplumun kendisine yönelik bir tehdit olduğunu savunmuşlardır. Ortodoks psikanalizin eşcinselliğe bakışını temsil eden bu görüşlere göre, insanın ruhsal olgunlaşması ancak heteroseksüel üstünlüğe ulaşılmasıyla mümkün olabilecektir.

1990’lı yıllara kadar psikanalizin kurumsal, teorik ve pratik düzeylerde eşcinselliğe ve eşcinsellere karşı ayrımcı bir hat izlemesini sağlayan bu seslerin üç temel besin kaynağı olduğu söylenebilir: 1) genel toplumda bol miktarda mevcut olan önyargılar, 2) bu önyargıların prizmasından okunan Freud’un Darvinci damarının tek damar olarak kutsanması, 3) tekil vaka öyküleri.

Bu ‘tekil vaka öyküleri’ kısmında biraz daha uzun duralım: Klasik psikanalize yöneltilen en önemli eleştirilerden biri, teorilerini klinik psikanalize gelen tekil vakalar üzerinden kurması ve bu teorileri klinik olmayan, yani psikanalize gelmeyen ve temsil niteliği olan genel nüfus üzerinde sınamamasıdır. Eşcinsellik konusundaki psikanalitik teorilerde bu durum misliyle geçerlidir. Psikanalist teorisyenler, kendilerine psikalizden geçmek üzere gelen ve ciddi psikolojik sorunları olan birkaç eşcinsel hasta üzerinden bütün eşcinseller için geçerli olduğunu iddia ettikleri spekülatif yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Eşcinsel yönelim ile cinselleştirme (sexualization) tamamen birbirine karıştırılmıştır (Roughton, 2002). Cinselleştirme (hayatın bütününü ya da çok önemli bir kısmını sadece cinsel edimler üzerinden görme, tanımlama ve yaşama), cinsel yönelimden bağımsız olarak hem heteroseksüellerin hem de eşcinsellerin yaşayabileceği bir şeydir ve yoğun formlarında psikopatolojik bir tezahür olarak görülebilir.  Bir kişinin cinsel yönelimi tek başına bize o kişinin ruh sağlığına, yakın ilişkiler kurabilme, sevme/sevilme kapasitesine dair hiçbir şey söylemez.

Psikanalizin, eşcinsellere yönelik bu katı ve ayrımcı tutumu, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, çoğunlukla heterodoks psikanalistlerin konu üzerine aykırı açılımlar getirmeleriyle sarsılmaya başlar (Roughton, 1992). Örneğin, klasik psikanalize ciddi bir meydan okuma şeklinde son 20-30 yılda ortaya çıkan İlişkisel Psikanaliz’in öncü ismi Stephan Mitchell (1978, 1981), eşcinselliğe yönelik klasik psikanalitik yaklaşımı radikal bir şekilde eleştirerek onu psikopatolojiden bağımsızlaştırır, analizde/terapide eşcinsel danışanlarla çalışırken yönlendirici olmayan bir tutumun önemine dikkat çeker, analistleri kendi homofobileriyle yüzleşmeye davet eder. Mitchell’e göre, cinsellik bedenlerin ve ihtiyaçların içiçe girmesidir. Bu yüzden de cinselliğin sonsuz çeşitlemeleri, arzularımızı, çatışkılarımızı, diğer insanlarla nasıl ilişkilendiğimizi temsil eden ideal araçlardır. Cinsellik, yaşantının güçlü bir örgütleyicisidir (Mitchell, 1988).

1980’ler ve 1990’larda bu konuda yayınlanan kitap ve makalelerde ciddi bir artış olur ve psikanaliz içindeki entellektüel/teorik hegemonya yavaş yavaş eşcinselliği psikopatolojik bir sapkınlık olarak görmeyenlere geçer. Psikanalizin kurumsal konum itibarıyla değişmesi ise 1991-97 yıllarında olur.

1997’de Amerikan Psikanaliz Birliği’nin kabul ettiği ‘Eşcinsel Hastaların Tedavisi Üzerine Konum Bildirgesi’nde: ‘1) Eşcinsel cinsel yönelimin kişilik gelişimde bir eksiklik ya da bir psikopatoloji ifadesi olduğu varsayılamaz. 2) Herhangi bir sosyal önyargı gibi, eşcinsel karşıtı önyargılar da eşcinsellerde bu önyargıların içselleştirilmesi yoluyla kalıcı bir etiketlenmişlik hissine ve yaygın bir benlik kınamasına katkıda bulunarak, ruh sağlığını olumsuz olarak etkilemektedir. 3) Bütün psikanalitik tedavilerde olduğu gibi, eşcinsel hastaların analizinde amaç anlamaktır. Psikanalitik teknik, bir insanın cinsel yönelimini değiştirmek veya tamir etmek gibi çabaları içermez. Böylesi çabalar, psikanalitik tedavinin temel ilkelerine aykırıdır ve sıklıkla, tahrip edici içselleştirilmiş homofobik tavırları pekiştirerek, ciddi psikolojik acıya neden olurlar.’ (Minutes, 1999).

Resmi konum değişmiştir ama, bu tabii hemen bütün psikanalistlerin ya da psikanalitik terapistlerin kendi kişisel/mesleki konumlarını yeni resmi konuma uyarladıkları anlamına gelmez. Resmi psikanalitik teorilerle, birey analistin kendi bilinçdışı ‘özel’ teorileri arasında bir fark vardır (Sandler ve Sandler, 1994). 2004 yılında İtalya’daki değişik psikanaliz enstitüleriyle ilişkide olan 206 analistin eşcinsellik konusunda düşündükleri üzerine yapılan ampirik bir çalışmada ortaya çıkan bulgular, kimi iyi niyetlere rağmen psikanaliz camiasının bu konuda yavaş bir geçiş döneminde olduğunu; klasik psikanalize yakın duran analistlerin ortalamada en homofobik grup olduğunu ve analistlerin önemlice bir kısmının Freud’un ikircikli konumunu sürdürdükleri söylenebilir (Lingiardi ve Capozzi, 2004).

Günümüzde her tür psikanalitik terapinin uygulamakla yükümlü olduğu ilkeleri sıralayarak bitirelim: bireysel özerkliğe saygı, iş birliği içinde merak ve açımlama, neyin düzeltileceğinin önceden bilinemeyeceği ve buna tek başına analistin/terapistin karar veremeyeceği, bireyin hayat amaçları konusunda bilinçli tercihler yapabilmesi için daha geniş bir özgürlük alanına sahip olması yolunda içsel ve ilişkisel çatışmaların azaltılmasının amaçlanması.

Bu çerçevede, eşcinselliğin düzeltilmesi gereken psikopatolojik bir sapkınlık olmadığını, cinsel yönelimlerin kategorik olmak yerine zengin geçişkenlikler arzettiğini, cinsel yönelimlerinden şu ya da bu şekilde memnun olmayan ve bu konuda zorluk yaşayan insanların önyargısız bir terapi ilişkisi yaşamaya hakkı olduğunu, cinsel yönelim konusunda tamirat/düzeltme yerine açımlama/keşfetme ekseninde gidilmesi gerektiği vurgulanmalıdır.

 

KAYNAKÇA

Bayer, R. (1987). Homosexuality and American Psychiatry: The Politics of Diagnosis. New York: Basic Books, 1981. Reprint, Princeton: Princeton University Press, 1987.

Bieber, I., Bieber, T., Dain, H., Di nce, P., Drellich, M., Grand, H., Gundlach, R., Kremer, M., Rifkin, A., & Wilbur, C. (1988). Homosexuality: A Psychoanalytic Study. New York: Basic Books, 1962. Reprint, New York: Aronson.

Dean, T., & Lane, C., der. (2001). Homosexuality and psychoanalysis: An introduction. In Homosexuality and Psychoanalysis. Chicago: University of Chicago Press, s. 3-42.

Freud, S. (1905). Three essays on the theory of sexuality. Standard Edition 7:125-245. [→]

Freud, S. (1917). Introductory lectures on psychoanalysis: XX. The sexual life of human beings. Standard Edition 16:303-319.

Freud, S. (1935). Letter. Am. J. Psychiatry 107:786.

Green, R. (1972). Homosexuality as a mental illness. International Journal of Psychiatry 10:77-98.

Hendin, H. (1978). Homosexuality: The psychosocial dimension. J. Am. Acad. Psychoanal. Dyn. Psychiatr. 6:479-496.

Hooker, E. (1957). The adjustment of the male overt homosexual. Journal of Projective Techniques 21:18-31.

Hooker, E. (1965). Male homosexuals and their “worlds.” In Sexual Inversion: The Multiple Roots of Homosexuality, ed. J. Marmor. New York: Basic Books, pp. 83-107.

Kolb, L., & Johnson, A. (1955). Etiology and therapy of overt homosexuality. Psychoanal. Q. 24:506-515.

Lewes, K. (1988). The Psychoanalytic Theory of Male Homosexuality. New York: Simon & Schuster.

Lingiardi, V. and Capozzi, P. (2004). Psychoanalytic attitudes towards homosexuality. Int. J. Psycho-Anal., 85:137-158.

Mitchell, S. (1978). Psychodynamics, homosexuality, and the question of pathology. Psychiatry 41:254-263.

Mitchell, S. (1981). The psychoanalytic treatment of homosexuality: Some technical considerations. Int. Rev. Psycho-Anal. 8:63-80.

Mitchell S (1988). Relational concepts in psychoanalysis: An integration. Cambridge, MA: Harvard Univ. Press.

Minutes (1999). Meeting of the Executive Council, American Psychoanalytic Association, December 16, 1999.

Rado, S. (1949). An adaptational view of sexual behavior. In Psychosexual Development in Health and Disease, ed. P. Hoch & J. Zubin. New York: Grune & Stratton, pp. 159-189.

Reisner, S. (2001). Freud and developmental theory: A 21st century look at the origin myth of psychoanalysis. Stud. Gend. Sex. 2:97-128.

Roughton, R.E. (2002). Rethinking Homosexuality. J. Amer. Psychoanal. Assn., 50:733-763.

Sandler A-M, Sandler, J (1994). Comments on the conceptualization of clinical facts in psychoanalysis. Int. J. Psycho-Anal. 75: 995-1010.

Socarides, C. (1968). The Overt Homosexual. New York: Grune & Stratton.

Socarides, C. (1992). Sexual politics and scientific logic. Journal of Psycho-history 19:307-329.

Socarides, C. (1995). Homosexuality: A Freedom Too Far. Phoenix, AZ: Margrave Books.

 

[1] Bu makale, 10 Mayıs 2009 tarihinde İstanbul’da yapılan ‘Eşcinsellere yönelik haçlı seferleri’ başlıklı panelde yaptığım sunuma dayanmaktadır.